29 Ekim 2010 Cuma

Uçan Adamlar - Bölüm 1

Hayal edebileceğinizden çok çok daha uzakta, hem namı hem kendisi sislerle örtülü bir yer vardı. Hakkında somut bilgilerin değil, ipe sapa gelmez tahminlerin para ettiği bir yer. Öyle
muallaktaydı ki ileri sürülen bilgiler, böyle bir yer yoktu belki de, hatta yok bile diyebilirdiniz dinleseydiniz mevzuu bahis yalan yanlış bilgi kırıntılarını. Bahsettiğimiz yer bir yarımadaydı ya da öyle düşünülüyordu. Yarımada ve ada arasındaki farkın ileri geldiği kısımdaki kalın sis tabakası da bu durumu kesinleştirmeyi neredeyse imkansız kılıyordu. Yarım veya tam olan adanın karşı komşuları, ya da daha doğru bir tabirle karşısına oturmuş seyircileriydi bu mantık dışı yarı fantastik hikayelerin yazarı. Edebiyatta başarılıydılar elbet, fakat sportif faaliyetlerdeki başarıları konusunda aynı şeyler söylenemezdi ne yazık ki. Zira, sislerden uzak kara halkı kendini bildiği günden beri ayak basmamıştı karşı belirsizliğe. Düşünenler olmamıştı değil, sadece ‘düşünenler’ adlı güruha aşağılayıcı pek çok sıfat hediye etmek ve kendilerinin akıl dışı bir varlık olduğu hakkında yakıştırmalar yapmak pek revaçtaydı göründüğü kadarıyla. Toplum tarafından cezalandırılmayan yegane gizli ‘düşünen’ler grubuysa balıkçılardı. Hiç kimsenin unutamayacağı –telif hakları katledilerek dilden dile dolaşmaya başlayan- o şiddetli kış fırtınasında, neredeyse karşı sislere kapılma lanetini tadacak bir balıkçı son anda kurtarılabilmişti. Halbuki bunun bir tesadüf olduğu tahmini oldukça naifti. Genç ve maceracı balıkçı, havayı bahane, fırsat, her ne derseniz diyin, ondan bilip denemişti. Bir çarmıhla ödüllendirilmeyişinin tek sebebi fırtına, ölümün eşiğine gelmesinin tek sebebiyse merakıydı. Yani, en fazla ne olabilirdi ki?? Kimse yaşamıyordu bile büyük ihtimalle o meçhul beyazlıkta.

Süregelen efsanelerden kazanç elde eden tek topluluk, uzun kış ve yaz ve sonbahar ve hatta ilkbahar gecelerinde uzadıkça uzayan gizem, abartı ve yersiz hayal gücünden bol bol nasibini almış öyküleri inanılır kılan alkol satıcılarıydı. Manevi kazançsa bölgedeki her vatandaştan her yeni doğan çocuğa kalan bir mirastı. Karşı bölgeye dair akıl almaz, fantastik dünya kitaplıklarına taş çıkartacak derecede yaratıcı roman konularıydı her çocuğa masal diye anlatılan ilk masaldan itibaren her masal… Uzun süreli radyasyona maruz kalan fabrika işçileriyle neredeyse doğumlarından itibaren bu masalların gencecik beyinlerine enjekte edildiği çocuklar arasında karşılaştırma yapmak saçma olmaktan oldukça uzak olurdu. Ay ışığının adayı keşfe çıkmak için kaçan çocukları gizli, yollarını da görünür kılacak derecede aydınlanma sağladığı gecelerin kahramanı sınırda devriye gezen bekçilerdi. Küçük çocuklardan biri sınırı geçtiğini ve karşısına devasa çileklerin (üstelik kremalı) yetiştiği bir tarla çıktıktan sonra kendisini kovalayan göremediği ‘garip ve ürkütücü’ yaratıklar yüzünden geri dönmek zorunda kaldığını anlatmıştı. Olayın engellenemez yankısı ve meraklarına yenik düşüp kızmayı sonraya bırakan anne babanın yaşadığı gurur sonrası yapılan ilk resmi açıklama çocuğu yakalayan bekçiden gelmiş, olayın heyecanı yerini çocuğun aldığı sayısız cezaya ve -tüm kasabaca onaylanan- bir daha hiçbir çocuğun (özellikle o çocuğun) sınıra yüz metreden fazla yaklaşmaması gerektiği kararına bırakmıştı.

Peki ama orada ne vardı?

Lokantada Bir Gece

O akşam sıcaklığı ölçmek için bir dereceye ihtiyaç yoktu. En fazla birkaç rakamlık yanılmayla olsa da, bunu sallanan yelpazelerden ve insanoğlunun nedense hep hava durumu ile başlayan sohbetlerinden anlamak mümkündü. Televizyonda denildiğinin aksine bir an önce biterdi bu sıcak inşallah.

Şehrin göbeğindeki lokantada her gece yaşanan fakat bir türlü alışılamayan karmaşanın, astronomik bir rakama ulaşmış provalarının en tazesi sahneleniyordu. Müşterilerden oluşan o göz alıcı renk bulamacının; tabak, çatal sesleri ile kahkahaların, sitemlerin, şakaların bütünleşmesini bir kenara bırakmamız daha anlamlı olurdu. Neden mi? Doğayı ve doğallığı özleyenlere güzel haberler: Bu yapmacıklıkların ardındaki mutfakta, yoksa perde arkası mı demeliyiz; sahneye zıt, doğaçlama bir kargaşa yaşanıyordu.

Aşçıbaşı gene tatlıya koyacağı kirazları kaybetmişti (bu konuda bütün şüphe okları adamcağızı gösterse de mutfak civarında bir kedinin dolandığını söyleyelim.) Doğunun eşsiz –ama sürprizlerle dolu- baharatları ile batının –bir mucidin laboratuarından formülleri çalınmışçasına farklı- soslarını buluşturan yamak gene sızmıştı. ‘Devasa gövdelere devasa lezzetler’ sloganıyla satılan devasa fırının organizması pek minik çıkmıştı. Perdenin diğer tarafındaki aç insanlar kolonisi bu açlık özelliklerini, beyefendilik ve hanımefendilik maskeleri eşliğindeki abartılı sohbetleriyle gizliyordu. Faka fırının arızası devam ettiği taktirde bu durum değişmeye hazırdı.

Bu yazının yazıldığı günlerde doğu ve batıdan çok, kuzey ve güney tezatının popülerlik kazanmış olması baharat ve sostan sorumlu yamak için talihsiz bir durumdu tabii. Az önce yıllardır yapmadığı üzere sevgilisine evlenme teklif etmeye giden tombalacının yokluğu barizdi. Lokantanın müzisyenlerinden birisi, kötü reklamın canlı bir örneğiymişçesine –ki öyleydi- vaktini lavaboda geçirmek zorundaydı ve şansa bakar mısınız, bundan iki dakika önce, işe yeni giren aşçının lezzetlerini denemek gibi bir hataya düşmüştü. Diğer müzisyenlerin sağlamlığı hoş bir artıydı fakat, şu anda çeşitli sebeplerden ötürü bahsetmek istemediğimiz sorunları olan elemanlarının aralarında tüm repertuarı bilen tek kişi olması bu artıyı sıfırlıyordu.

Gittiği her lokantada siparişten önce –ve bazen sonra da- mutfağı gezen X Bey bunu burada da yapabilir miydi acaba? (Gerçi kendisinin çevresi geniş ve bahşiş bol bir müşteri oluşu bu ricayı rica olmaktan çıkarıyordu.) X Bey’in karınca yuvası misali telaşlı aşçılarla kaynayan mutfağa sokuluşunun ‘kutsal tören’i yamağı uyandırdı. Rüyasında yeşil tepelerin üzerinde süzülüyor, bir kuş gibi uçuyordu. Bu rüyayı en son dokuzuncu doğum gününün gecesinde görmesi ve sonraki uzun yıllarda rast gelemeyip oldukça özlemiş olması belki de uyandıktan sonra kaşlarını çatmasındaki sayısız sebepten biriydi.

“Ayak altında dolaşma, git bir işe yara!” diyen garson olmalıydı eline tombalaları tutuşturan. ‘Bizim tombalacıya ne oldu ki?’ diye aklından geçirdi yamak (bu bölüm meraklı okurlar için: Kız, tombalacının evlenme teklifini kabul edecek fakat on sene sonra üç çocuğu evi, kendisi de bulaşıkları yıkarken, ‘Neden?’ ve ‘Nasıl?’ ve hatta ‘Neden ben?’ gibi sorularla bir zamanlar hiç ilgi duymadığı felsefeye giriş yapacaktı.).

Yarım yamalak uyanabilen yamak, kendisini müşterilerin arasına attı. Bu parıltılı dünyadaki renksiz karakteri ve yamak kıyafeti, elindeki biletlerin vaatlerle karışık ihtişamını bile gölgelemeyi başarmıştı. X Bey’in en büyük rakibi Y Bey’in (kendisi bu bağlantının farkında değildi tabii. Bu gizli bir rekabetti, nasıl haberi olsundu ki??), neyse Y Bey’in masasına uğradı.

“Son iki bilet! Almak ister miydiniz?” sorusu olumlu karşılandı; biletler alındı, bahşiş bile ödendi. Bundan pek bir keyif ve cesaret alan yamak cebinden iki bilet daha çıkardı ve “SOON İKİ BİLET!!” şeklinde kükredi. Bu sözü gizli bir lanet olmuş olsa gerek birden yere yığıldı. ‘Son iki bilet’ için kapışmaya hazırlanan müşterilerin şaşkın bakışları, yere saçılan onca bilet ve ağzında kiraz lekeleri olan garip bir kedinin miyavlamaları arasında ambulans çağırıldı. Doktorların günlerce sürecek teşhis savaşlarının sonucunda sebebin ‘aşırı yorgunluk ve stres’ olduğu ortaya çıkacaktı.